20 Şubat 2012 Pazartesi

İZ


bir kez elim yanmıştı bütün çaydanlık kaynar suyuyla beraber elime döküldü önce acıdan öleceğim sandım hiç geçmeyecek bitmeyecek sandım... zamanla bayıldım ayılınca yavaş yavaş uyuşuyordu çünkü zaman geçiyordu. Ve yine öyle oldu zamanla uyuştu duygularım uyuştu ufaldı dondu ! ama elimde hala o iz var....öf hem size ne ki dimi hadi bay
nil kızılırmak

kayıp


BEN BUGÜN KAYBOLDUM
Karanlık ve ışıksız, oldukça tehlikeli yollardan geçtim bugün. Tıpkı bir zamanlar karşılaştığım karanlık ruhlu tehlikeli kişiler gibi. kulaklığımı takip son ses müzik dinledim duymamak için onların laflarını. Tıpkı bir zamanlar görmek istemediğim gibi gerçekleri. Âmâ geçtim. Tek başıma korkarak ama belli etmeden kışın ortasında soğuk terler içinde ulaştım köprüye. Işıklı caddelere parlayan insanlara ulaştım. Tıpkı şu an sildiğim gibi o geçmiştekileri ve bir kez daha iyi ki yapmışım dedim. İyi ki!
Nil kızılırmak

17 Şubat 2012 Cuma

ONLARIN SESİ / TARSUSUN SESİ KÖŞE YAZISI


Dün Siyaset Meydanı’nı izledim. İki önemli mizah ustası Hasan Kaçan ve Latif Demirci karikatürcülüğü ve mizahı konuşuyordu. Elbette seyirci kitlesi de vardı. Konuşma bitince seyirciler ‘’konu ile alakalı’’ sorular soracaktı. Yani normalde format buydu. Fakat tüm program boyunca beni hayretler içinde bırakan tek şey bizim konuşma ve ifade ‘yeteneksizliğimiz’ oldu. Mikrofonu her eline alan özellikle tembih etmiş gibi konuya teğet bile geçmeyen şeylerden bahsettiler ve alakasız sorular sordular: ‘’Sizce Tayyip Erdoğan iyi biri midir? Hasan Kaçan yancı mıdır? Deniz Gezmişler boşuna mı mücadele vermiştir? 1915’te Ermeni nüfusu kaçtı? Ve benzeri… ‘’ Daha benzeri birçok alakasız ve uzmanlık alanı dışında sorular… Tabi Hasan Kaçan en son dayanamayıp ve de haklı olaraktan: ‘’Yahu bunu ben nerden bileyim bana niye soruyorsun?’’ dedi. Başta güldüm bu trajik-komik manzaraya. Sonra yavaştan sinirlenmeye başladım. En son ki duygu durağım da empati oldu. Öyle ki oraya gelenler yani aslında ‘’biz’’  ne mizahı konuşmaya gelmişlerdi ne karikatürün gelmişini geçmişini… Bu insanlar açlardı. Konuşma açlığı vardı çok bariz. Siyaset Meydanı diye bir program vardı ve orada el kaldırana mikrofon veriyorlardı. Önemli olan buydu. Bu, açlığı yatıştırmak için verilen iyi bir şanstı. İnsanlar her türlü rahatsızlıklarını dile getirmeye başlıyorlardı. Alakalı olsun olmasın ne fark ediyordu ki. O bir kez söylesin yeterdi. Başı kapalıydı bilmem kaç yılında, bu yüzden okuldan atılmıştı. 1915’teki Ermeni nüfusu ile şimdi arasında bir fark vardı, bu onu rahatsız ediyordu. Ateistti bunu kimse kabul etmiyordu. Üniversiteye gidememişti ama onun üniversiteye gitmiş bir arkadaşı vardı; onun akıl hocası oydu. Diğeri şöyleydi; öteki böyleydi… Ve hepsi de bir cevap bekliyordu birilerinden. Hani filmlerde bir yakını ameliyat olurdu ve kapıda beklerdi herkes. Sonra ameliyat odasından ilk çıkan doktora ani bir refleksle ‘’ne oldu doktor bey, durum ne?’’ diye koşarlardı ya. Burada tek fark artık ameliyat odasından kim çıkarsa çıksın direkt yakasına yapışıyorlardı. Doktormuş, hasta bakıcıymış, hemşireymiş görmüyordu ki. Hepsi olan bitenleri izlemekten sersemlemiş başı dönmüş sağa sola çarpar gibi çarpıyordu soruları. Vahim dediğim de buydu.
Sonra biraz daha düşündüm belki dedim birileri tarafından fark edilmek, birilerinin onları önemsemesini hatta kendilerini gerçekleştirmek istiyorlardı. Gözümü kapatıp dinledim biraz. Tüm önyargılarımı sildim. Görüntülerini belleğimden atıp öyle dinlemeye çalıştım. Sanki bir grup ergen, her biri ayrı telden çalıyor, her biri ergenlik dönemi karmaşasının o kısır döngüsüne düşmüş gibiydi. Ha üstelik hiçbirinin de birbirine tahammülü yoktu.  Ortaokul sıralarında hani hocaya soru sorardık diğeri sırf ‘’ben muhalefetim’’ ; çünkü ergenliğe girmek üzereyim havasında ‘’ne alakası var o öyle değil’’  diye tepki verirdi ya aynen öyleydi ortam; hiçbir farkı yoktu.
‘’Benim güzel halkım, benim zavallı halkım, benim hem ezen hem ezilen ve bu ikisi arasında kendisine bir yer edinemeyen halkım. Benim mikrofonda kurduğu bir cümleyle onca yılın bünyesini gerçekleştirdiğini düşünen halkım’’ dedim sonra.
Sonra biraz daha zorladım kendimi. ‘’Sen’’ dedim kendime, sen orda olsaydın ve o mikrofon sana verilseydi ne derdin ki ne sorardın? Acaba buradan yazdığım kadar kolay mıydı her şeyi unutup tek bir konuya odaklanmak ve sanki gelmiş geçmiş en büyük derdimiz mizahın teknoloji ile zıt mı yoksa paralel mi gitmesiymiş gibi kanıksamak? Her halde bende bu yazdıklarımdan bahsederdim dedim tam da. Kocaman bir roman ve herkes romanın bir bölümüne takılmış kurcalıyor kanımca. Ya siz? Ne söylemek isterdiniz ki? Belki de her birimiz yeni bir roman yazacak kadar konuşmaya ihtiyaç duyuyoruzdur. Neresi olursa olsun, konu ne olursa olsun, kendi düşüncelerimizin reklamını yapmak belki de bir nebze terapi bizim için.
Velhasıl; kızmaktan vazgeçtim, gülmekten de hatta empatiden de. Sadece ‘’onlar gibi’’ olmayıp ama yine de ‘’onlardan’’ olma çabası içindeyiz hepimiz de. Hepsi bu!
Nil kızılırmak

14 Şubat 2012 Salı

KÜÇÜK BİR HİKAYE / ÖFKE /


Öfkeyle içeri girip ışığı yaktı. Boş duvarlara-bir tabloya bakarken ki dikkatle- baktı. Birden sanki yüzyıllardır ayakta duruyormuş gibi hızlı adımlarla yer yatağına ilerledi. Gündüz tesadüfen arkadaşının dolabında görüp sayfalarını karıştırıp, sonradan ilgisini çeken romanı aldı eline. Bugünlerde hiçbir şey ilgisini çekmemişti. Adeta yalnızlık hissi yaşamının her saniyesine yayılmıştı. Ancak önemseyecek tek bir his vardı onun için; öfke. Şu an bile tek hissettiği öfkeydi. İnsanlara, çevresine ve kendisine duyduğu, bu önüne geçilmez duygu
Dişlerini sıka sıka, arkasına yaslanıp uzun uzun küfür tamlamaları geçirdi içinden. Yine budalalık yapmıştı. Kızgındı kendisine. Ah nasıl da düşmüştü yine tuzağa. Oysa en son kendine öyle bir söz vermişti ki kalbini nasırlaştırmak için. Ama hala anlayamıyordu; anlam veremiyordu:
-Ben seni zaten seviyorum ki! Sen hep yanımda kalacaksın. Ama bir daha böyle bir saçmalık yapmayacaksın!
Ve benzeri cümleler aklının bir köşesinde yankılanıyor; yankısı yine bir öfke olarak geri dönüyordu. Evet, orada da ‘bir yalnızlık vardı.
Telefona uzanıp boş ekrana baktı istemsizce. Ne bir haber gelmesini bekliyordu ne de o boş ekranı seyretmek Yatağa girip bir an önce havanın kararmasını bekledi. Gözleri boş tavana bakarken, bir an aklına beyaz balon geldi. Her şey o beyaz balon gibiydi; çekici, temiz, parlak; hava dolu, dokunduğunda patlamaya yüz tutmuş, riyakâr. Yorganı kafasına çekti, hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Düşünmek, ilk defa bu kadar yorucuydu.
Gece bir ara gözlerini açtı ve yine ibadet gibi vazgeçemediği tavana şikeli bir bakış fırlattı. Başı hafiften dönüyordu. Telefonuna baktı. Üç ileti gördü. Tuhaf ama özneleri bilmenin verdiği meraksızlık ve alışkanlık arası bir duyguyla aldı eline telefonu. Kimdi bu insanlar? Nasıl bu derece girmişlerdi hayatına? Cihan, daha üç gün önce konsere gidip, kafaları çekip, onlarda kaldığı; kumrala yakın, sarı tenli, Yunanlıları andıran duruşu ile ortamın vazgeçilmez simalarındandı. Daha üç gün önce Daha üç gün önce, şimdinin tam tersi olan olaylar da vardı hayatında. Mutluluğu yakaladığını sandığı bir ilişkisi, kendini geliştirmeyi sağlayan güzel bir işi, düzenli sandığı bir hayatı Oysa her şey sanmaktan ibaretti. İlk defa bir boşluğa düşüyordu. Gitmemeliydi o gece Bildiği tek şey buydu şuan. Ancak yine vahşi hayvan gibi saldıran nefsine yenik düşmüştü. İçinde dönüp duran, yaralı bir hayvan vardı sanki. Yaralanmış öfkesiydi bu. Ona her şey öfke gibi geliyordu artık. Belki de o saçma suratlı, hin bakışlı falcı kılıklı adamın söyledikleri doğruydu. Her şey bir tuzaktı onun için. Hepsi Ağlamak geldi içinden; fakat dengesiz bir ruh hali içinde, ardından koşan nefret duygusu önünü kesti bu ağlak dakikaların. Işığı kapattı. Böyle daha iyiydi. Işık yanık olduğu sürece gerçeğin makyajsız, en çirkef halini seyretmek zorunda kalıyordu. ‘’Sen onlar gibi olma’’ demişti bir dostu. Onlar gibi olamamıştı ama bu ‘’onlardan’’ olmadığı anlamına gelmiyordu artık. Müebbet yemiş bir suçlu ezginliğiyle bu durumu içine sindirmeye çalıştı. Düşünmemeye yoğunlaştı. Uzandı, yavaşça gözlerini kapattı Ertesi günleri onlardan olarak ama onlar gibi olmayarak geçirdi.


***
1 GÜN ÖNCE
Uyandığında Sedefi karşısında buldu. Az sonra onun geleceğini söyledi. Başta bu bir anlam ifade etmedi; fakat yine aynı anlamsızlıktan olsa gerek bir şeyler yapmaya, bir tepki göstermeye çalıştı. Hayatı kendi idamesi dışındaydı bugünlerde. Tekrar uzandı ve düşündü. Bugünlerde çok düşünüyordu; neleri hak edip; neleri hak etmediğini. Ve terazi hep dengede, hep sıfır noktasındaydı. Bugünlerde düşünmemek en iyisiydi. Ve kapı çaldı; konuşmaları duymamak için hızlıca dama çıktı. Merak duygusu da peşi sıra merdivenleri tırmandı; gelip başucuna yerleşti.  Emir bir yandan mesaj atıyordu. Birden anımsayamadı; onunla bu muhabbete nasıl girmişti. Oysa 3 ay öncesinde deli gibi aşık olduğunu sandığı bu adam şimdi 20 gramın peşine düşmüştü. Kıytırık bir gülüşle küfretti içinden. Bir yandan o aşağıda şok olacağı cümleler sıralıyordu geniş bir rahatlık içinde. Dayanamadı. Aşağı indi yavaşça; hiç çaktırmadan kapıyı açıverdi. Hoş geldin manasında başını salladı. Gayet ifadesizce odadan çıktı. Bir an koridorda durup düşündü. Dört gün öncesine kadar birbirine sevgi kusan iki insanın şimdi ifadesizce selamlaşmasını bir türlü kadraja oturtamadı. Olması gereken neydi ki? Birbirine girdi kavramlar… Eline aldığı radyoyu karıştırıp absürt kanallar buldu, zamanın absürtlüğüne paralellik kurarak. Tekrar yatağına uzandı; sanki hiç uyandırılmamış, hiç dama çıkmamış, hiç merak etmemiş, hiç anımsamamış, hiç selamlaşmamış gibi… Kapı sesini duydu o gidiyordu nihayet. Ardından yaklaşan ayak sesleri İfadesizlik takınmak istedi, beceremedi.  Sedef, onu kendi içi kadar tanıyordu, kaçış yoktu.  Yaklaştı ve kuracağı tek cümle, günlerdir kafasında dönüp duran soru işaretinin kapısını açacaktı. Ve cümle geldi çattı: ‘’mümkün olduğunca uzaklaş ondan!’’ Perde kapandı. İlk cümlenin ardından sıralanan cümleler,  onun söyledikleri, artık beyin ölümü gerçekleşmiş bir ölüye kalp masajı yapmak kadar fazlalıktı. Bu perde de k-a-p-a-n-m-ı-ş-t-ı.


Nil kızılırmak