2 Ekim 2012 Salı

Ben Bir Sokak Köpeğiyim



Ben bir sokak köpeğiyim. Sadece bir köpek! Sokakta doğdum, bazıları gibi ''cins'' değildim. Hani o pet-shoplarda görüp bayıldığınız, ''Ne sevimli şey'' dediklerinizden olamadım hiç. Onlara gösterdiğiniz sevgi ve anlayışı hak edemedim hiç. Çünkü ben sokaktaydım, ben cins değildim, ben pis ve bakımsızdım.

Ben sadece bir köpeğim. Sokak köpeği!.. Sizlerin tehlikeli bulduklarınızdan, kuduz diye korktuklarınızdan; yanından geçerken çocuklarınızı kollarından çekip "Ay elleme o pis köpeği" dediklerinizden... Kendi korkularınızı herkeslere aşılayıp hedef gösterdiklerinizden... O korkularınız ki bizleri siyanürle zehirleten, pompalı tüfeklerle vurduran... O korkularınız ki bizleri tekmeleten, iten, kakan, demir sopalarla işkence eden... O korkularınız ki 5 yaşında çocuğu bile bize taşla saldırtan... O korkularınız ki 10 yaşındaki çocukların bizleri dövmesine sebep olan ve en acımasızı da siz insanoğlunun çocuklarının bundan zevk almasına, bununla eğlenmesine sebep olan... O çocuklar ki daha 10 yaşında; daha aşkı, sevgiyi, paylaşmayı öğrenmeden önce işkence etmeyi ve bundan zevk almayı öğrenen... O insanoğlu ki kendine hiçbir zararı olmayan hayvanı boynuna tel geçirip boğan...

Bazılarımız bugün pompalı tüfeklerden kurtulmuş, zehirden kurtulmuş, sözüm ona ''ölüm''den kurtulmuş, belediyelerin barınaklarında yaşıyor... Siz hiç ''ölüm'' kokusunu içinize çeke çeke yaşadınız mı? Siz hiç sürekli bağıran, can çekişen ırkınızla birlikte kendi dışkınızın içinde yaşadınız mı? Siz vücudunda kan kalmamış 2 aylık yavru bir köpeğin, damarı bulunamazken çıkarttığı insan yavrusu sesine benzeyen sesi duydunuz mu hiç? Siz hiç ağlaya ağlaya, bağırsaklarınız düğümlenmiş, vücudunuzun tamamını iltihap kaplamış bir şekilde can çekişerek öldünüz mü? Hiç sizi bir kafese kapattılar mı sizin gibi 15 tanesinin olduğu? Ve siz zayıf olduğunuz için bu kafeste saldırıya uğradınız mı, diğerleri tarafından parçalandınız mı? ''Bir tane eksilirse bize daha çok yemek kalır'' diye sizi parçalamaya kalktılar mı? Biri kolunuzda, biri bacağınızda, diğeri sırtınızda, diğeri boğazınızda, aynı anda 8-10 tanesi üzerinizde ve siz avaz avaz bağırırken insanların bile bir şey yapamadığı oldu mu? Ve siz bu parçalanma sırasında mücadeleyi bırakıp ''Tamam, artık öldüm'' dediniz mi?.. ''Artık öldüm'' diye kendinizi bırakıp, her biri vücudunuzdan bir ısırık alırken öylece yattınız mı? Üzerinizdeki bu lokmaları etinizden ayırabilmek için üzerinize soğuk su püskürttükleri ve sizin artık bunu bile hissetmediğiniz oldu mu? Sonra insanlar gelip sizi kanlar içinde, sırılsıklam dışarı çıkardıklarında, tedavi altına aldıklarında ''ölüm şokuna'' girip iyileşmek yerine öldünüz mü? Boynunuzdaki yaralardan yemek yiyemezken sizi şırıngalarla besleyip yaşatmaya çalıştı mı birkaç iyi insan? Ya da siz bugün öldünüz ve yarın sahiplendiniz mi? O hiç gelmeyen sahipler 1 gün geç geldikleri için öldünüz mü? Hani birileri sizlerden bir şekilde haberdar olduklarında ''Köpeklerin hepsi sokak köpeği mi, cins köpek arıyorduk biz'' diye sordular mı?.. Daha ''golden retriever''i telâffuz edemeyen, ''Ben gold arıyordum aslında'' diyen, pet-shoplara para vermek istemeyen ama illa ki cins köpek isteyenler sizi beğenmediği için hiç öldünüz mü?

Siz apartmanda istemiyorlar diye sahibinin getirip barınağa bıraktığı bir köpek gördünüz mü hiç? Sahibi hasbel kaza ziyarete geldiğinde onu sonsuz bir sevgi ve ilgiyle karşılayan, asla bu hapishaneye neden terk edildiğini sorgulamayan bir köpek?..

Siz sahipleri onu terk ettiği için hayata küsüp yemek yemeği reddeden, kendini kafesin köşesine yapıştırıp kimseleri yanına yaklaştırmayan, İNTİHAR eden köpek gördünüz mü?

Bu mektup bitmez... Siz de zaten tüm bunları görmeden, bunlar yokmuş gibi yaşarsınız...

Ben bir sokak köpeğiyim... Her türlü işkenceyi, sevgisizliği ve acıyı hak eden bir sokak hayvanıyım... Yavaş yavaş ölüyorum, bağırsak parazitleri kanımı emiyor, hava soğuk, üzerime yağmur yağıyor, kar yağıyor geceleri...

Ben bir sokak köpeğiyim... Tek istediğim bir parça sevgi idi...

(alıntıdır)

31 Ağustos 2012 Cuma

NERDEN NEREYE GİDER BU YAZI



İki arada bir derede kalmak mı? Keşke durduğum yer öyle bir dere kenarı olsaydı. Şimdilerde iki arada bir uçurumdayım. Dere akar gider ama uçurum bir yere gitmez. SON'dur, NET olandır, hatta olmaması gereken! Şimdi ne mi yapayım? Hani insan ancak uçurumun kenarında kanatlanırmış; yok öyle bir şey.Benim durduğum rüzgarsız, kuru, duru bir uçurum çünkü.Önce cazip gelir, durur otururum bu uçuruma.Sonra kaybedeceklerimle kazanacaklarımı ödeştiririm sıfıra varmak için.Yani şimdiye dek öyle yapardım; ama şimdi yara almış bir geminin kaçınılmaz sonundayım. Yapacak iki şey var yine; ya gemiyi terk etmek, ya da öylece durup batana kadar gemide güvenle, umutla, avuntuyla beklemek; belki filikaları kaçırmazlar bu defa diyerek.Oysa şimdi atlayıp gemiden kendini sahile vurmak var.Lakin ne gücüm ne sabrım yetmez buna.E, gemide bekleyip hem geminin hem kendi batışımızı izlemeye de yetecek tahamülüm ve cesaretim de yok! Zaten gemileri de sevmem ben; yelkenli yelkensiz hiç fark etmez başımı döndürür hep. Yaklaşmam, uzaktan izlemek keyif verir de yaşamak istemem hiç! Ama her seferinde de bir güvertede hayal kırıklarıma olta atarken yakalrım kendimi. Ve her seferinde, dünyada, neden her durumda üçüncü bir alternatifin olmadığına kızarım. Neden her iki ucu sivri olur ki bıçaklarımın derim hep. Hangisi daha az yaralar, hangi durum daha az... Ki zaten bir ucunda denendikten sonra diğer duruma yaralı ve bir sıfır yenik başlarsın. Ve o zaman anlarım ki daha başlarken sola bir sıfır atmayı hep unuturum!
nil kızılırmak

1 Ağustos 2012 Çarşamba

YOL NEREYE GİTMEZ

BAZEN SON DURAK NERESİ MERAK ETMEDEN GİTMEK İSTERSİN; MAKSAT YOLU TÜKETMEK DİYE KENDİNİ KANDIRMALARA GİRERSİN.ASIL MERAK ETTİĞİN YOLUN DEĞİL, KENDİ AKLININ SONUDUR.NERELERDEN GEÇİP, NERELERE VARDIĞIDIR FİKİRLERİNİN. NELERLE KARŞILAŞIP, HANGİ YOLLARDAN DÖNDÜĞÜNDÜR ASIL OLAN..BAZEN TABELANIN YANLIŞ OLDUĞUNU BİLE ANLAYA O YOLA GİRERSİN.VE SONUNDA SANILANIN AKSİNE PİŞMAN OLMAZSIN.BIRAKMIŞSINDIR ÇÜNKÜ DUYGULARINI HER HANGİ BİR YOL KENARINDA; DAHA DA HAFİF DEVAM ETMEK İÇİN YOLA. SONRA YOL GİDER SEN KALIRSIN.PATİNAJ ÇEKER DURURSUN SONRA BU DURUMA DA REZİLLİK VE YORGUNLUK İÇİNDE ALIŞIR DEVAM EDERSİN, BEKLEMEKTEN İYİDİR DİYE. VE SONUNDA ŞAİRİN DEDİĞİNE GELİR DURURSUN:''YOL BİR YERE GİTMEZ, O BİR DURMA BİÇİMİDİR''
NİL KIZILIRMAK

27 Mayıs 2012 Pazar

Bekleyiş

Genelde en sevdiğini beklerken arkanı dönersin... Her an süpriz gibi olur çünkü gelişi. Ha şimdi geldi ha gelecek...Bi ayak sesi mi duydum? Bir el dokunur şimdi tam da şimdi evet, evet o...Yo bu da değil.Şimdi 20 den geriye saysam hangi saniyede gelirse o uğurlu benim için.Ya gelmezse? Ya hiç dönemezsem yüzümü geriye. Ya hiç bitmezse saymalarım.En iyisi hiç düşünmemek.Saymamak.Ha bi de her şey çok gerçekçi gelir mesela beklerken. Araba kornaları kulağının içinde patlar her seferinde.Yaprak seslerinin bile cızırtısından geçilmez. Birinin burun çekmesi, ötekinin merhabası, müziğin cızırtısı...Ve gelecek olmayanın gelmeyişi... Doğru zamanda yanlış gelişler...Yanlış sevişler!
nil kızılırmak 

7 Mayıs 2012 Pazartesi

hikaye-1

‘’Ben onlar gibi değilim’’ dedi ince kemikli genç çocuk. Belli ki karşısındaki kızı bir şeylere ikna etmeye çalışıyor bir yandan da biralarını yudumluyorlardı. Gözü takılı kalmıştı onlara. İzlemeyi severdi. İnsanlar birbirlerine karşı ne de sefillerdi. Bu sefilliği izleyip de bunun dışında kalmanın keyfiydi biraz da yaptığı. Zaman kayıpları geldi aklına ve sefilliğin ulaşılmaz görüntüsüydü aslında tüm zaman kayıpları diye düşündü. Herkes kendi postunu giydirme çabasına girmiş gibi debelenip duruyordu. Bir an yine midesi bulandı. Öyle romanlarda, filmlerde olduğu gibi kafası esince kaçıp gidesi de gelmiyordu; yoktu öyle bir dünya. Çekmek zorundaydı şu gözü açık cigaranın düşmanlığını; dayanılmaz sabah akşam tiyatrosunu; tüm duygu zaaflarını ve bunların yanılsamalarını… Aslında daha da içten olmak gerekir diye düşündü ve çekmek zorunda olduğu şeyleri daha etraflı düşündü. Acele araba kornaları geldi ilk olarak aklına. Hiç kimsenin acelesi olmamalıydı bu denli. Sonra bahçesiz evleri düşündü; o evlerdi insanları kiralayan aslında. Yolda yürüyen her hangi birine baktı bankacıya benzetti. Hayatından memnun görünüyordu; ama bir an onun yerinde olmamaktan mutlu oldu. O kostüm, o hesaplar, o tuşlar, akıl almaz saçmalık dolusu rantların içinde kendini bir halt edebilme çabasının komedisini düşündü. Acıdı adama. Sonra küfür salladı içinden. Yan masada oturan ve ince kemikli gencin sözde kandırmaya çalıştığı iri gözlü kıza baktı. ‘’Ben onlar gibi değilim’’ demek ‘’onlardan değilim’’ anlamı taşımıyor ki demek istedi. O da sen de onlardansın demek istedi. O alışıklardan, o elleriyle yürüyenlerden, o damarında insan kokusu soluyanlardan, o yaşayan ama nefes almayanlardansınız siz de demek istedi. Sonra gözü asıl büyük manzaraya; kendisine takıldı. Umutsuz bir sandalyenin üzerinde küstah hacmiyle akşamın ve sabahın müşterisiyim ben de diye düşündü. Ama ben kimlerdenim diye sorgulamadı. Gerek duymadı.
nil kızılırmak-hikayeler

http://www.youtube.com/watch?v=zSmOvYzSeaQ&feature=related

29 Nisan 2012 Pazar

SİSLER BULVARI

elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk

sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk

sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu

terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı

sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!

sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarapta kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı

bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarı'nı hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos'tan bir satır yağmur'dan iki
senin kirpiklerinden bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapurlar uğuldayacak

sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu

eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlıyamazdı
on beş sene hüküm giyerdim

dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı

sisler bulvarı'ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum
Yazar : ATTİLA İLHAN

ŞİKAYETNAME (bu bir köşe yazıdır)



Tarsus Devlet Hastanesinde diş doktorluğu yapan Sayın Fethi AS Beyefendi! Bu kişinin adını buraya kadar taşımamın elbette dişe dokunur bir yanı var. Diş sorunu olanların uzun süredir dillerden düşürmediği kişi! Aslında sadece o değil; onun gibi bir iki kişi daha var konu edilen zira diğerlerinin isimlerini bilmiyorum; çünkü bizzat hastası olduğum kişi Fethi As'tır. Bir diş doktoru öncelikle hastalarına nasıl hitap edeceğine dikkat etmeli diyorum. Geçenlerde dişimi çektirmeye gittim hastalarla iletişiminde sorun olduğu apaçık belliydi. Üstünden çok geçmeden 2 gün önce bir yakınım yine dişini çektirmeye gidince hem kendisi hem diğer hastaların artık sabırlarının zorlandığını söyledi. Dişinin yarısının kırık olduğunu gören hasta, doğal olarak kapıyı çalıp da:
- Hocam bir şey sorabilir miyim? Dişimin yarısı kırık bir sorun var!
demesine karşılık:
-Yav, git başımdan bacım sinir etme beni burada şimdi seninle mi uğraşacağım!
cevabını aldığını bunun üzerine diğer hastaların da psikolojilerinin etkilendiğini ve aynı koridordaki diğer diş doktoruna muane olan bir hastanın anlatımına göre, dişine iğne yapılan hastanın yapılan bir iğne ile dişinin uyuşmaması üzerine:
-Hocam, bir iğne daha yapsanız, hala hissediyorum, ağrıyor!
demesine karşılık diğer doktorun:
- Off! Seninle mi uğraşacağım akşama kadar be! Yapamam iğne falan!
dediğini biliyoruz. Ve tabii ardından her iki hastanın da Sağlık Bakanlığı'na olanları şikayet ettiği haberini aldım. Şikayetin devamında neler yaşandı şimdilik bilmiyorum; ama diyorum ki ''Be hey kardeşim! Memnun değilsen yapma işini!'' Hayır nedir bu son günlerde statü ile egoyu tatmin etme yaygınlığı, anlam vermiş değilim. Oraya gelenler zaten canı burnunda insanlar, sen bir de üstüne üstlük aşağılayarak, bir doktora yakışmayan hitap şekliyle konuşursan bu halkı temelli soğutursun devlet hizmetinden ve mecburen özele yönelirler. Evet, bizzat bunu kendi ağızlarından duydum. Bu olanları birkaç kişiye anlattığımda çarenin özele gitmek olduğunu söylediler. İyi de hayır ben özele gitmek istemiyorum. Daha geçenlerde Medikal Park denen hastane yeni bir sabıka ile karşımıza çıkmadı mı? Üniversitede bir dönem aynı sırayı paylaştığım arkadaşım astım krizine girmişken, yer yok diyip bir oksijeni çok görerek ölümüne sebebiyet vermedi mi? Ben şimdi diş için bile olsa gittiğimde nereden bileyim bana zarar vermeyeceklerini?
Bunun yanında diğer bir sebebim de var haklı olarak! Ben devletin bana tanıdığı olanaktan yararlanıp, o hizmeti almak istiyorum. Buna mani olmaya kalkanların da lütfen peşini bırakmayalım diyorum. Lütfen sizler de böyle bir durumla karşılaştığınızda 24 saat evde düşünüp düşünüp uğradığınız haksızlık karşısında sinir sisteminiiz çökertmek yerine, hiç üşenmeyin bir gününüzü ayırın ve gerekli yerlere dilekçe yazıp, şikayet edin.
Özele gitme fikrinden daha zahmetli; fakat daha köklü bir çözüm olacaktır!
Nil KIZILIRMAK

SAĞIMIZ SOLUMUZ BELLİSİZ (bu bir köşe yazısıdır)



Geçenlerde bir sohbete denk geldim. Uzun süredir uzak kaldığımbir muhabbet ortamıydı; konu siyasetti.İlk defa bu denli çeşitliliğin, çok sesliliğin olduğu bir topluluktu bu.Yavaştan iliştim, dahil oldum konuşmaya. ''Benim sağımla senin sağın bambaşka'' diyordu bir edebiyat öğretmeni diğer bir öğretmene. ''Ben de artık Türkiye'deki solu beğenmiyorum, partilerin yansıttığı sol değil benim sol anlayışım değil'' diyordu diğeri. Hayır, yani kısacası orada sayıya vursan, 7 kişi varsa bunlardan 3'ü sol, 2'si sağ, 2'si muhafazakar olmak üzere 7 ayrı parti kurulması gerekiyordu muhabbete göre.
Bundan 4-5 yıl önce partiler veya örgütler kendi aralarında en fazla 2'ye ayrılıyorlardı. Şimdi o görüşe mensup her birey zaten kendi başına bir ayrım. Yani bir partinin söz gelimi 1 milyon mensubu varsa bu, o partinin 1 milyona ayrılmış hali gibi. Buna başta üzülmedim aksine buradan yola çıkarak bir şeyler için umutlandım. Artık kendi başına buyruk düşünen insan sayısında artış olduğunun, her insanın kendi doğrularını belirlediğinin,ezbere görüşlerden kurtulduğunun göstergesi olduğunu düşündüm. Sonra konuşma sürdükçe git gide içimde endişe belirdi. İnsanlar küsüyordu siyasete, ''o benim görüşümü savunmuyor; kimse benim gibi düşünemez; aman kendi bildiklerini yapsınlar'' gibi cümleler geliyordu art ardına. İşte dedim, sorun burda. Sorun tam da sorunun ne olduğunu bulup, ortaya çıkarıp, o haliyle çözümsüz şekilde bırakmamız! Tıpkı yıllarca iğneyle kuyu kazıp, yer altından madenleri yer yüzüne çıkarıp öylece bırakmak gibi bir şeydi bu! Güzel olan çoğunun yer altında maden olduğunun farkına varmasıydı. Kötü olan ise herkesin toprağı kendi başına kazması ve çıkardığı madeni öylece bırakıp, anlamsız yığınlar bırakmasıydı yeryüzüne. Şimdilerde kafam çok karışık. Acaba insan bu milenyum çağında, gerçekten artık tamamen bireysel mi olmalıydı; yoksa her zaman insanlığı yukarı çeken geleneksellik miydi? Hani hep deriz ya her insan kendi kapısının önünü süpürse bu yeterli diye. Sonra ardından da geleneksel ve klasik ''Bir elin nesi var iki elin sesi var'' deriz. Omuz omuza deriz...Hep beraber deriz... Sonra çok geçmeden ''sürü psikolojisinden kurtulun'' deriz... Deriz de deriz! Sanırım bir kavram kargaşası yaşıyoruz her anlamda.  Başta siyaset olmak üzere, sosyal yaşamda, ekonomik yaşamda hep ikilem, çelişki içindeyiz. Bu da daha bir düşünceyi oturtamadan diğerine atlamamızdan kaynaklanıyor olabilir. Yani biraz maymun iştahlı oluşumuzun da etkisi var bence.
Neyse, umarım ki düşünür haklı çıkar ve bu çelişkiler bizi gelişmeye zorlar!
nil kızılırmak

BELEDİYEYE ÇAĞRIDIR ! (bu bir köşe yazısıdır)



Kendi emekleriyle, karşılıksız yani gönüllü olarak Tarsus Barınağı'nda çalışan hayvan dostları,sonunda haklı olarak çileden çıktılar! Her şeye bütçe ayıran, her boş bulduğu alana havuz yaptırma lüksüne sahip olan, kendi yandaşlarına her türlü imkan sağlayan Tarsus Belediyesi gel gelelim insanlığın yarası olan, terkedilmiş, işkence edilip bırakılmış bu canlara yardım ve destek yapmaya gelince sırtını çeviriyor. Neden diye hiç düşünmedim. Kendimi cevabını bildiğim bu soruyla oyalamak yerine, belki basın yoluyla sevgili dostlara duyururum da bir fayda sağlarım diye düşündüm.
Daha bugünlerde aklımda bulunan bir proje de Belediye'nin bu tutumu nedeniyle suya düştü. Hepimizin bildiği gibi Kültür Sitesi'nin oradaki boş alana çeşitli kermesler kuruluyor. Çeşitli dediysem birbirinin bir ton değişiği gruplar yani. Nasıl oluyor, ne yapıyorlarsa rahatça at koşturabiliyor bazıları. Neyse orası beni bağlamaz; beni bağlayan ben ve dostlarım da hayvan barınağı için bir kermes kurup yardım toplamak istediğimizde kimsenin bize destek vermemesidir. Bu ikircilik biz de artık bardağın son damlası oldu. Sevgili Belediye, dışardan bakıldığında Tarsus için elinden geleni yapmış, Tarsus'u düzeltmiş ıslah etmiş şöyle iyi yapmış böyle güzel yapmış. Yapmış yapmış da içini dolduramamış maalesef. Ama maalesef benim güzel halkım, hâlâ eline şeker verilip kandırılma çağını atlatamadı. Göz boyamanın rüyasına dalıp uyuya kalmakta hâlâ. Tıpkı palyaço gibi, eğlenrimeye eğlenceye düşkün; makyajı haddinden fazla ama içeriğe gelince içine kapanık, dertli bir Tarsus!
Burdan dostlara da seslenmek istiyorum aslında. 1 Mayıs'ta bir takım haklar savunulurken; hayvan hakları da savunulsun, savunalım istiyorum. Bu konudaki hassasiyetimi maruz görün. Bana göre etik olan ezilenlerin haklarının savunulması ise bunu en aşağı kattan yapmak gerek. Hiç sesi çıkmayan, ağzı dili olmayanlardan. En masumlardan! Belki o zaman daha geniş bir pencereden bakabiliriz hakka hukuka...
1 Mayıs'ta görüşmek dileği ile....
Nil KIZILIRMAK

25 Nisan 2012 Çarşamba

sıfır noktası


Adımları gittikçe yavaşlıyordu. Ama farkında bile değildi. Zihninde hayalleri, anıları birer gölge gibi peşinden geliyordu yürüdükçe. Yarım saat önce o mektuba neler yazmıştı, onu bile hatırmıyordu. Köprünün ortasında durdu. Etrafa baktı, gece yarısı kuş bile uçmazdı burda biliyordu. bir iki adım daha attı.Yaptıklarını düşündü, ve yaptıklarının karşısında aldıklarını,alamadıklarını... Artık önemi yoktu. Aşmıştı bütün bunları. Sadece kendisini affetmesini istemişti. O da olmamıştı. ''İnsan sıfır noktasına geldiğinde bir karar vermeli'' diye geçirdi içinden. Sıfır... Ya devam etmek içindir, ya bitmek için. Hem kaybedecek hiç bir şeyinin olmamasıdır, hem de kazanmamak için bir nedeninin olmaması. Hem donma noktasıdır, hem erime noktası... Kumardır biraz tek başına oynanan. Kendi kumarını oynamıştı. Yere damlayan kana son kez baktı. Bir binanın ağır çekimde yıkılışı gibi yavaş ve heybetlice yığıldı yere.... Beş dakika sonra telefonu ısrarlıca çaldı, çaldı... Ardından bir mesaj : ''Affettim, seni bekliyorum! ''
nil kızılırmak

süpriz

Karşısında hiç durmadan konuşup duran adama baktı. Kelimeler o saatten sonra bir şarkının ezgileri gibi gelmeye başladı. Yüzünü inceledi. Göz kenarlarını en çok da. Hiç çizgi yoktu elbette ama o çizgiler ekledi hayalinde. Sarı saçlarının arasına biraz aklar serpiştirdi. Sesi biraz daha boğuklaştı. Elleri hafiften titredi. Gözleri aynıydı. Bir onları değiştiremedi zihninde. Ama yine de istediği gibi bir ihtiyar yaratmıştı karşısında. Belki gerçekte yaşlandığını göremeyecekti onun. Hatta o gün o konuşmadan sonra onu bir daha hiç göremeyedebilirdi. Ama bunların önemi yoktu artık.O görmüştü onu, yaşlanmıştı karşısında bir dakika içinde. Kendine geldiğinde gözlerini donuklaştırmış kendisine baktığını hissetti. Birden afalladı. Bir şey mi sormuştu; önemli bir şey mi demişti; neyi kaçırmıştı? Ne diyeceğini bilemedi. Tepkisizce yüzüne bakarken, karşıdaki hızlıca toparlandı ve ''ben anlayacağımı anladım'' diyerek çekip gitti. Bir iki dakika tepkisizce bekledi. Yola baktı, karşıdan karşıya geçen ve kuyruğu kopmuş kediyi izledi.Sakince bir sigara yaktı. İki dakika sonra garson gelip ''pastayı getirelim mi?'' diye sordu. ''Gerek kalmadı'' dedi. Her zaman olduğu gibi süpriz ters köşeden gelip kendinden önce davranmıştı bile. Bir daha onu hiç görmedi. Ama en azından onun yaşlandığını görmüştü...
nil kızılırmak

5 Nisan 2012 Perşembe

işte öyle bir şey


Büyük laflar kullanmayı bilmiyorum. Yaşadıklarımı süslü sanatlı anlatınca daha bi yaşanılası olmuyorlar çünkü. Gördüğüm rüya değişmiyor, nefret ettiklerim, önemsediklerim, içtiklerimin tadı ya da gözbebeklerim… Hem değişmesi gibi bir talebim de yok zira. Düpedüz, gri olmasa da metalik gri günlerin içinde volta atmak alt üstü. Kefene biraz daha dikiş atmak yani… Bazen en geçimsiz anılarla, bazen doymuşlukla ama her seferinde değişmeyerek aksine yineleyerek! Gülerek her adımda biraz daha ironik kahkahalarla; ha ya da diş arası gülümsemeyle. Küfreder gibi oturarak kimi zaman koltuğuma; iç geçirmeye üşenerek… Uyanarak, uyuyarak; öyle ya da böyle işte her sabah yaşamın karşısına geçip bağdaç kurup oturuyorum. Hadi şimdi eyvallah!
Nil kzlrmk

27 Mart 2012 Salı

BAZEN ESİNTİLER …



Ben mesela… ‘’Bazen’’leri hiç sevmem. Ama bazenler hiç bırakmaz peşimi. Aldatıcıdır bazenlerim benim. Önce saçlarımı uçuşturur hafiften, sonra beyaz esintilerle yaklaşır yaklaşır yaklaşır Filmler geçirir, gözlerime kadar karanlığa batarım. İstemem aslında ne saçlarım uçsun, ne beyazlık yaklaşsın bana. Hele gözlerim hiç sevmez karayı. Daha çok elaya, yeşile alışıktır. Ama bazen işte!
Bazenler geçmiştir benim cebimde. Hiç geri dönmeyi istemediğim. Zaten geri dönmeyi istediğim günlerim yoktur keyfimde. Sağduyumsa hep unutulmayı, az yaşamayı ve geçmişe dair daha az gürültü çıkarmayı emreder yıllardır. Yine de bazen saçlarım uçuşuyor benim. Bazen baharlarda! Ama asla geçmişe dair değil! Hiç sevmem yine de bazenleri
Bir de ihtimal kadar yalancı birer fahişedir bazenler. Tanrının umut dağıtan torbacısı kadar sahtekârdır mesela. Ama dürüst olmamanın itirafını etmek kadar da dürüsttür. Yine de bazen beyazlar yaklaşır bana. Bazen bir merdiven dibinde kalıverebilirm saçmaca. Belki on saniyeler sonra ne düşündüğümü neden orda, o merdivende kaldığımı, hatta kendime varana kadar unutabilirim. Hem de bilgece bir sahtekârlıkla. En az bazeninki kadar. En az bazeninki kadar şer hayallerim 10. Kattan AŞAĞIYA!
Ve iki saniyelik lanet okumam kadar değeri vardır bazenin hayatımda. Niye okuduğumu da unutacak kadar önemi… Ve bence en az senin kadar, senin bu yazıyı okuman kadar teğetsizliği var bedenimde!
                                                                                                             Mart/2012
NİLKZLRMK

8 Mart 2012 Perşembe

BİR KADIN DÖVDÜM SANKİ



8 MART deyince illa ki ilk akla gelen ‘kadın’dır. Yani en azından öyle olması gerekiyor. Kadın deyince de akla normal şartlar altında ‘’emek, güzellik, anne, üretkenlik, zarafet, aşk…’’ vs. gelmesi lazım. Ama dediğim gibi ‘’normal şartlar aaltında.’’ Fakat öyle vahim durumdayız ki 8 Mart’ta sokağa çıkıp; kadın, erkek, çocuk, yaşlı herkese ‘8 Mart’ dedik; ‘şiddet’ dediler. Velhasıl kadın kelimesi yüzde doksan dokuz buçuk oranında şiddet kelimesini çağrıştırıyor. Biz 8 Mart’ın önemini sorduk; onlar ise kadına şiddete son, kadın cinayetleri bitsin dediler. Evet bitsin! Evet son olsun! Ama nasıl? Bu sadece temenni etmekle olmuyor işte. Bir dahaki 8 Martlarda akla şiddetin gelmemesi için bir şeyler yapmalı. ‘Devlet yardım eli uzatmıyor, takip etmiyor, koruma vermiyor’’ dediler. Evet buraya kadar söylenenler su götürmez bir gerçek. Fakat burada ayrıldığım bir nokta var işte. Sevgili Nazım HİKMET’in  dediği gibi ‘’ kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama; kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!’’ Bu değişmez, böyle gelmiş böyle gider zihniyetini taşımak senin en büyük suçun işte! Özellikle şimdiden sonra bir kadın, bir anne olarak en büyük görev sana düşüyor. Nasıl mı? Bir insanın kişiliğinin büyük bölümü çocukluğunda şekillenir. Ve sen artık bireyler yetiştireceksin; işte bu bireylere şeklini büyük oranda sen vereceksin; onları şiddete meyilli hastalıklı insan olmaktan koruyacaksın; o da ilerde psikopat bir erkek ya da mazlum bir kadın olmaktan çıkacak ve böyle böyle azalacak.
Peki şiddet deyince sadece kavga, dövüş, darp edilmek mi akla gelmeli?. Bazen kırıcı bir söz, aşağılanmak, insan yerine konmamak da şiddettir. Bunun yanında şiddete sadece kadın-erkek penceresinden bakmak da bir sorun bence. Çünkü, çocuğunu pataklayan bir anne de şiddet uyguluyor. E, o çocuk da ilerde karşısındakine bunu uyguluyor. Hayvan sevgisinden yoksun çocukların masum hayvanları tekmelemesi de bir şiddettir. Yani burada asıl mesele güçlünün güçsüz üzerindeki hakimiyetidir. Asıl mesele cinsiyet değildir benim penceremde. Asıl mesele eğitimdir; asıl mesele aile yetiştirmesidir; asıl mesele binanın yapı taşındaki eksik malzemedir.!
8 Martların anlamına uygun yaşanacağı günlerin gelmesi dileklerimle …
Nil KIZILIRMAK

7 Mart 2012 Çarşamba


8 MART DEDİK ‘’ŞİDDET’’ DEDİLER
Bugün Tarsus’ta sokağın nabzını tuttuk. Kadından erkeğe, yaşlıdan gence tek tek ‘’8 Mart’’ dedik. Ve sizlerle manzarayı paylaşıyoruz:

Hatice YALÇIN (46 yaşında, 27 yıllık evli):
‘’8 Mart benim için iyi geçiyor. Ama bence keşke her gün 8 Mart olsa. Ben 27 yıllık evliyim mesela. Çok şükür hiç kötü söz işitmedim, şiddet görmedim. Emekçi bir kadınım, çalışmama saygı duyan bir eşim var. Bence bütün kadınlar kendilerine bir uğraş edinmeli. Kadın şiddet görmezse her işin üstesinden gelir, huzurlu olur. Şiddet görenler var tabi. Onlar için çok üzülüyorum mesela. Devlete dilekçe veriyorlar, takip edilmiyor hiç. Buna da çok üzülüyorum. Son olarak eşimi de işimi de seviyorum.















Semiha İPEKOĞULLARI (62 Yaşında, 44 yıllık evli):
Kadınlar günü hiçbir şey ifade etmiyor benim için. Her gün nasıl geçiyorsa bugünde öyle. Stantta ekmek parası kazanmaya çalışıyoruz işte. Diğer türlü herkes işi ticarete dökmüş işi. Ama kadına şiddet konusu da işlenmeli bence. Mesela siz şu an bu röportajı yaparken birçok kadın şiddet görüyordur kesin. Ben hiç şiddet görmedim ama çok yakınlarımızda görüyoruz. Mesela aylar önce iş arkadaşımız ‘’Hayriye YAKICI’’, eşinden boşanmak isteyince kocası tarafından öldürüldü. Kadınlar korkuyor bu yüzden erkeklerden. En son çare adalete başvuruyorlar, o da korunmaya alınana kadar zaten kocası öldürmüş olabilir. Bir de bütün erkeklere buradan diyorum ki bir kadın namusunu sadece kendisi için taşır, bir erkek için veya başkası için değil.









Hülya KURTALANOĞULLARI( 44 yaşında, evli 2 çocuk annesi):
‘’8 mart bütün herkese mutluluk getirsin istiyorum. Aslında bütün kadınlar yalan söylüyor ‘ben şiddet görmedim’ diyerek. Saklıyorlar ya da şiddeti sadece kavga, dövüş, darp edilmek sanıyorlar. Bir kadın için kırıcı bir söz de şiddettir. Çalışmayıp eve ekmek getirmeyen bir eş de şiddettir yani kısaca kadını kadın yerine koymamak başlı başına bir şiddettir. Bu yüzden bence bütün kadınlar şiddet görüyor her zaman.’’











LİSE ÖĞRENCİLERİNE ‘’8 MART’’ DEDİK:

EZGİ ÇETİN (10. Sınıf öğrencisi):
‘’8 Mart kadına şiddetin öne çıktığı bir gün. O gün özellikle tüm kadınlar birlik olmalı bence. Eğlenceden çok şiddet gören kadınlara nasıl yardım edebiliriz diye düşünmeli insanlar. Bu konuda ailenin çocuklarını iyi yetiştirmesi ve bilinçlendirmesi de ayrıca önemli diye düşünüyorum.’’










ERKEKLERE ‘’8 MART’’ DEDİK:
Aykut BORLU (17 yaşında, öğrenci):
‘’8 Mart deyince kadın hakları geliyor aklıma. Kendilerini daha rahat ifade edebildikleri bir gün diye düşünüyorum. Bu yüzden iyi ki böyle bir gün var bence.
-‘’Sizce bir erkek neden bir kadına şiddet uygular?’’ dedik.
‘’Eğitimsizlik bence. Kadını bir insan olarak görmeyen, cahil insanların işidir şiddet.’’










Sinan KURT (33 Yaşında, Mutfak Şefi):
‘’8 Mart deyince aklıma annem geliyor. Bize verdiği emekler… Ama o gün bile kadınlar hor görülüyor. Yıllardır kadına şiddet uygulanıyor, tartaklanıyor, öldürülüyor, taciz ediliyor. Bu böyle devam etmeye de devam edecek bence. Çünkü bu bir zihniyet işi. Gerici zihniyet değişmediği sürece 8 Martların da bir anlamı olmayacak. Ayrıca şiddet konusu kadın erkek meselesi değil acizlik meselesidir. Mesela bir kadının çocuğunu dövmesi de şiddet meselesidir. Bence aynı şey.’’











Remzi KARABULUT (48 Yaşında):
‘’8 Mart ‘’kadındır.’’ Tüm kadınlar hayatlarını kolaylaştırmayı erkek egemen bir toplumdan beklemeyi bırakmalı. Kendi başına, kendi kimliğini gerçekleştirmek için çabalamalı bunun için de direnç göstermeli. Bunun için de çağdaş kadınların yaptıklarını kendilerine örnek almalı. Son olarak kadınların 8 Mart’ını değil tüm günlerini kutluyorum.’’
 











EĞİTİM-SEN BAŞKANI:
‘’8 Mart tabi ki emekçi kadınları anma ve kadın hakları hakkında toplumu bilinçlendirme günümüzdür.  Ancak bu yıl 8 Mart bizim için daha farklı bir anlam taşıyor. Son günlerde kadın cinayetlerinin önüne geçilemez oldu. Geçen hafta bir günde tam 5 kadın kocası tarafından katledildi. Buna karşı çıkan 9 KESK’li kadın arkadaşımız da gözaltına alındı. Ama biz yine de 8 Mart’ ta taleplerimizi bildireceğiz. Ayrıca 4+4+4 yasası da çocuk gelinlerin sayısını arttıracağı için karşı çıkıyoruz. Kadının 2. Sınıf insan kategorisinde görülmesine karşı çıkıyoruz. Kadın ismi bakanlıktan bile çıkarıldı.
 Bunun yanında 8 Mart’ın resmi tatil olması talebinde bulunmayı da unutmayacağız. En önemlisi de yarın tüm Türkiye’de Kesk’li kadınlar olarak hizmet üretmeyeceğiz. Bu hususta 8 Mart ve sonrasındaki programımız şöyle:
·         8 Mart 8:30’da  Yarenlik Alanında toplanıp taleplerimizi dile getireceğiz.
·         13:30’da Yarenlikten başlayan kadın yürüyüşümüz olacak.
·         9 Mart Cuma 17:00 Eğitim-Sen binasında Zenne filminin gösterimi yapılacak
·         10 Mart 13:00’da ‘’Nasıl bir anayasa’’ adlı panelimiz var.
·         10 Mart 19:00’da Eğitim-Sen üyelerinin Eğitim-Sen Tiyatro ve Müzik Topluluğu gösterisi yapılacak.
Herkes davetlimizdir.

6 Mart 2012 Salı

BİR ''BİLDİRİM'' VAR (köşe yazısı)


ÇAĞRIŞIM TİYATROSU’ndan  ‘’BİLDİRİM-İnsan Aygıtı’’

Çağrışım Tiyatrosu, Ünlü Çek Yazar Vaclav HAVEL’in en çok sahnelenen oyunu BİLDİRİM-İnsan Aygıtı ile bugün Tarsus 75. Yıl Kültür Merkezi’nde prömiyer yaptı.

Nihat Çapar’ın sahneye koyduğu, Ebru Sözen’in dramaturjisini, İsmail Demirel’in dekor tasarımını, Kazım GÜÇLÜ ’nün sanat danışmanlığını yaptığı oyun; Atilla YAPRAK, Özmen GÜVENÇLİ, Emre AKÇİÇEK, Nil GÜL, Yahya OKAT, Neslihan ARISOY, Özlem ÖZEN, Ozan KARABULUT, Onurcan ÖZER, Sena ELGÜN oyuncu kadrosuyla sahnelendi.

Bildirim-İnsan Aygıtı, ünlü Çek yazar "Vaclac Havel"in, ölmeden bir hafta önce yazdığı; yeteneğini en iyi açığa çıkardığı ve dünyada en çok oynanan oyunu sayılıyor. Havel, bu oyununda insanın kendi yarattığı bir dünyaya tutsak düşüşünü ve bundan da insanın kendisinin sorumlu olduğunu vurgulamıştır. Olumsuz olanı gözler önüne sererek olumlu olana ışık tutmaya çalışmıştır.
Gel gelelim bir deli döngüsü gibi başlayan oyun en başta seyircinin zihnini ‘’nereye gidiyor; amaç ne?’’  sorularıyla allak bullak edip git gide çok bariz bir şekilde kısır döngüyü yansıtıyor. Ardından da bunu böylece yarım bırakmayarak, çok zeki bir dil kullanarak gereken çözümü de gösteriyor. Bu bağlamda Tarsus’taki diğer yerel tiyatrolardan ayrılan yönü hem konunun işlenişindeki farklılık, hem oyuna katılan yorum ve de profesyonellik. Yaklaşık her oyunlarında olduğu gibi ‘Bildirim’ adlı oyunlarında da sistemin çirkin çarkını bilinçlere kalıcı olarak işliyorlar. Sahnede kullanılan görsellerden metnin yorumuna dek dop dolu bir oyun.
Oyunun reklam afişindeki çirkin bebeğin tam da oyunun anlattığı gibi ‘’sistemin çirkinliğini’’ temsil etmesi çok hoş. Bunun yanında oyunda satır aralarında geçen cümleler zaten uyanık seyirci için asıl mesajı barındırıyor. Örneğin:
-Beni deney faresi gibi kullanmalarına izin vermeyeceğim! ‘’
-Artık bir memurun kendisinin bile anlayamayacağı gizlilikte sözcükler var belgelerde’’
-Bir yere takılıp kalmışız sanki aynı yere takılıp kalmışız!’’
-Bir şeyin hem yararlı olduğunu söyleyip hem de onu eleştirmek karşı tarafın yani haklın elini kolunu bağlamanın bir yoludur!’’
Peki, kim bu ‘’Çağrışım Tiyatrosu?’’, faaliyetleri neler? Bu konuyla ilgili oyunun yönetmeni sevgili Nihat ÇAPAR ile kısa bir röportaj yaptık. 1998’de faaliyete geçen Çağrışım Tiyatrosu Tarsus’ta farklı bir yerel tiyatro olmaktan çıkıp gerek şehirlerarası gerek uluslararası festivallerde yoğun ilgi gören bir tiyatro ekibi. Nihat Çapan bu oyunu oynamak için 2 ay önce karar verdiklerini ve şu festivallerden davet aldıklarını ve bundan duydukları memnuniyeti dile getirdi:
‘’1.Uluslararası Erzurum Tiyatro Festivali(2009-Ezop)’’
‘’Odtü Tiyatro Festivali(2009-Bir Evlenme Teklifi)’’
‘’2.Uluslararası Erzurum Tiyatro Festivali(2010-Barut Fıçısı)’’
‘’Odtü Tiyatro Festivali(2011-Oyun Sonu)’’
‘’3.Uluslararası Erzurum Tiyatro Festivali(2011-Oyun Sonu)
‘’2.Silifke Dans Ve Tiyatro Festivali(2011-Oyun Sonu)
 Bununla beraber ülkenin her yerinde, sözüm ona köylerde, şehirlerde, bağlarda, bahçelerde; en ücra köşeden en lüks semtlere kadar oyun sergilediklerini ve toplumun her kesiminin farklı tepkiler verdiğini söyledi. Tarsus seyircisiyle ilgili olarak ise Tarsus halkının karmaşık bir yapısının ve bakış açısının olduğunu gözlemlediğini; bir grubun anlatılmak istenenden uzak olup, oyuna tepkisiz kaldığını ve bunun biraz üzdüğünü söylerken; başka bir kesimin tam da istenilen düzeyde istenilen tepkiyle oyunu sindirdiğini açıkladı. Ayrıca Tarsus’ta kendilerinden başka çağdaş tiyatro oyunlarının öncülüğünü yapan kimsenin olmamasından yakındı.
Son olarak seyirciden oyunla ilgili beklentiniz nedir diye sorduk. ‘’Aslında her oyunumuzda olduğu gibi bu oyunda da inceden inceye, her şeyin göründüğü kadar güzel olmadığı, bizlere bol bol makine sesleri, gökdelenler  yapay bir dünya sunan sistemin,; insan bilincini felce uğrattığını, kimliksizleştirip çaresiz bıraktığını ve kısır döngüyle avuttuğunu; bundan kurtulmanın yolunun da önce inanmak ve herkesin üstüne düşen değişim görevini yerini getirip evinin önünü süpürmesi gerektiğini, değişimin yolunun bu olduğunu anlatmak istedik. Bir anlamda amacımız seyirciyle çatışmak ve herkesin kendi dünyasına bir soru işareti uyandırabilmek’’ dedi. Bence gayet de başarılı anlattılar. Tekrar tebrik ediyoruz ve başarılarının devamını diliyoruz.
nil kızılırmak

20 Şubat 2012 Pazartesi

İZ


bir kez elim yanmıştı bütün çaydanlık kaynar suyuyla beraber elime döküldü önce acıdan öleceğim sandım hiç geçmeyecek bitmeyecek sandım... zamanla bayıldım ayılınca yavaş yavaş uyuşuyordu çünkü zaman geçiyordu. Ve yine öyle oldu zamanla uyuştu duygularım uyuştu ufaldı dondu ! ama elimde hala o iz var....öf hem size ne ki dimi hadi bay
nil kızılırmak

kayıp


BEN BUGÜN KAYBOLDUM
Karanlık ve ışıksız, oldukça tehlikeli yollardan geçtim bugün. Tıpkı bir zamanlar karşılaştığım karanlık ruhlu tehlikeli kişiler gibi. kulaklığımı takip son ses müzik dinledim duymamak için onların laflarını. Tıpkı bir zamanlar görmek istemediğim gibi gerçekleri. Âmâ geçtim. Tek başıma korkarak ama belli etmeden kışın ortasında soğuk terler içinde ulaştım köprüye. Işıklı caddelere parlayan insanlara ulaştım. Tıpkı şu an sildiğim gibi o geçmiştekileri ve bir kez daha iyi ki yapmışım dedim. İyi ki!
Nil kızılırmak

17 Şubat 2012 Cuma

ONLARIN SESİ / TARSUSUN SESİ KÖŞE YAZISI


Dün Siyaset Meydanı’nı izledim. İki önemli mizah ustası Hasan Kaçan ve Latif Demirci karikatürcülüğü ve mizahı konuşuyordu. Elbette seyirci kitlesi de vardı. Konuşma bitince seyirciler ‘’konu ile alakalı’’ sorular soracaktı. Yani normalde format buydu. Fakat tüm program boyunca beni hayretler içinde bırakan tek şey bizim konuşma ve ifade ‘yeteneksizliğimiz’ oldu. Mikrofonu her eline alan özellikle tembih etmiş gibi konuya teğet bile geçmeyen şeylerden bahsettiler ve alakasız sorular sordular: ‘’Sizce Tayyip Erdoğan iyi biri midir? Hasan Kaçan yancı mıdır? Deniz Gezmişler boşuna mı mücadele vermiştir? 1915’te Ermeni nüfusu kaçtı? Ve benzeri… ‘’ Daha benzeri birçok alakasız ve uzmanlık alanı dışında sorular… Tabi Hasan Kaçan en son dayanamayıp ve de haklı olaraktan: ‘’Yahu bunu ben nerden bileyim bana niye soruyorsun?’’ dedi. Başta güldüm bu trajik-komik manzaraya. Sonra yavaştan sinirlenmeye başladım. En son ki duygu durağım da empati oldu. Öyle ki oraya gelenler yani aslında ‘’biz’’  ne mizahı konuşmaya gelmişlerdi ne karikatürün gelmişini geçmişini… Bu insanlar açlardı. Konuşma açlığı vardı çok bariz. Siyaset Meydanı diye bir program vardı ve orada el kaldırana mikrofon veriyorlardı. Önemli olan buydu. Bu, açlığı yatıştırmak için verilen iyi bir şanstı. İnsanlar her türlü rahatsızlıklarını dile getirmeye başlıyorlardı. Alakalı olsun olmasın ne fark ediyordu ki. O bir kez söylesin yeterdi. Başı kapalıydı bilmem kaç yılında, bu yüzden okuldan atılmıştı. 1915’teki Ermeni nüfusu ile şimdi arasında bir fark vardı, bu onu rahatsız ediyordu. Ateistti bunu kimse kabul etmiyordu. Üniversiteye gidememişti ama onun üniversiteye gitmiş bir arkadaşı vardı; onun akıl hocası oydu. Diğeri şöyleydi; öteki böyleydi… Ve hepsi de bir cevap bekliyordu birilerinden. Hani filmlerde bir yakını ameliyat olurdu ve kapıda beklerdi herkes. Sonra ameliyat odasından ilk çıkan doktora ani bir refleksle ‘’ne oldu doktor bey, durum ne?’’ diye koşarlardı ya. Burada tek fark artık ameliyat odasından kim çıkarsa çıksın direkt yakasına yapışıyorlardı. Doktormuş, hasta bakıcıymış, hemşireymiş görmüyordu ki. Hepsi olan bitenleri izlemekten sersemlemiş başı dönmüş sağa sola çarpar gibi çarpıyordu soruları. Vahim dediğim de buydu.
Sonra biraz daha düşündüm belki dedim birileri tarafından fark edilmek, birilerinin onları önemsemesini hatta kendilerini gerçekleştirmek istiyorlardı. Gözümü kapatıp dinledim biraz. Tüm önyargılarımı sildim. Görüntülerini belleğimden atıp öyle dinlemeye çalıştım. Sanki bir grup ergen, her biri ayrı telden çalıyor, her biri ergenlik dönemi karmaşasının o kısır döngüsüne düşmüş gibiydi. Ha üstelik hiçbirinin de birbirine tahammülü yoktu.  Ortaokul sıralarında hani hocaya soru sorardık diğeri sırf ‘’ben muhalefetim’’ ; çünkü ergenliğe girmek üzereyim havasında ‘’ne alakası var o öyle değil’’  diye tepki verirdi ya aynen öyleydi ortam; hiçbir farkı yoktu.
‘’Benim güzel halkım, benim zavallı halkım, benim hem ezen hem ezilen ve bu ikisi arasında kendisine bir yer edinemeyen halkım. Benim mikrofonda kurduğu bir cümleyle onca yılın bünyesini gerçekleştirdiğini düşünen halkım’’ dedim sonra.
Sonra biraz daha zorladım kendimi. ‘’Sen’’ dedim kendime, sen orda olsaydın ve o mikrofon sana verilseydi ne derdin ki ne sorardın? Acaba buradan yazdığım kadar kolay mıydı her şeyi unutup tek bir konuya odaklanmak ve sanki gelmiş geçmiş en büyük derdimiz mizahın teknoloji ile zıt mı yoksa paralel mi gitmesiymiş gibi kanıksamak? Her halde bende bu yazdıklarımdan bahsederdim dedim tam da. Kocaman bir roman ve herkes romanın bir bölümüne takılmış kurcalıyor kanımca. Ya siz? Ne söylemek isterdiniz ki? Belki de her birimiz yeni bir roman yazacak kadar konuşmaya ihtiyaç duyuyoruzdur. Neresi olursa olsun, konu ne olursa olsun, kendi düşüncelerimizin reklamını yapmak belki de bir nebze terapi bizim için.
Velhasıl; kızmaktan vazgeçtim, gülmekten de hatta empatiden de. Sadece ‘’onlar gibi’’ olmayıp ama yine de ‘’onlardan’’ olma çabası içindeyiz hepimiz de. Hepsi bu!
Nil kızılırmak

14 Şubat 2012 Salı

KÜÇÜK BİR HİKAYE / ÖFKE /


Öfkeyle içeri girip ışığı yaktı. Boş duvarlara-bir tabloya bakarken ki dikkatle- baktı. Birden sanki yüzyıllardır ayakta duruyormuş gibi hızlı adımlarla yer yatağına ilerledi. Gündüz tesadüfen arkadaşının dolabında görüp sayfalarını karıştırıp, sonradan ilgisini çeken romanı aldı eline. Bugünlerde hiçbir şey ilgisini çekmemişti. Adeta yalnızlık hissi yaşamının her saniyesine yayılmıştı. Ancak önemseyecek tek bir his vardı onun için; öfke. Şu an bile tek hissettiği öfkeydi. İnsanlara, çevresine ve kendisine duyduğu, bu önüne geçilmez duygu
Dişlerini sıka sıka, arkasına yaslanıp uzun uzun küfür tamlamaları geçirdi içinden. Yine budalalık yapmıştı. Kızgındı kendisine. Ah nasıl da düşmüştü yine tuzağa. Oysa en son kendine öyle bir söz vermişti ki kalbini nasırlaştırmak için. Ama hala anlayamıyordu; anlam veremiyordu:
-Ben seni zaten seviyorum ki! Sen hep yanımda kalacaksın. Ama bir daha böyle bir saçmalık yapmayacaksın!
Ve benzeri cümleler aklının bir köşesinde yankılanıyor; yankısı yine bir öfke olarak geri dönüyordu. Evet, orada da ‘bir yalnızlık vardı.
Telefona uzanıp boş ekrana baktı istemsizce. Ne bir haber gelmesini bekliyordu ne de o boş ekranı seyretmek Yatağa girip bir an önce havanın kararmasını bekledi. Gözleri boş tavana bakarken, bir an aklına beyaz balon geldi. Her şey o beyaz balon gibiydi; çekici, temiz, parlak; hava dolu, dokunduğunda patlamaya yüz tutmuş, riyakâr. Yorganı kafasına çekti, hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Düşünmek, ilk defa bu kadar yorucuydu.
Gece bir ara gözlerini açtı ve yine ibadet gibi vazgeçemediği tavana şikeli bir bakış fırlattı. Başı hafiften dönüyordu. Telefonuna baktı. Üç ileti gördü. Tuhaf ama özneleri bilmenin verdiği meraksızlık ve alışkanlık arası bir duyguyla aldı eline telefonu. Kimdi bu insanlar? Nasıl bu derece girmişlerdi hayatına? Cihan, daha üç gün önce konsere gidip, kafaları çekip, onlarda kaldığı; kumrala yakın, sarı tenli, Yunanlıları andıran duruşu ile ortamın vazgeçilmez simalarındandı. Daha üç gün önce Daha üç gün önce, şimdinin tam tersi olan olaylar da vardı hayatında. Mutluluğu yakaladığını sandığı bir ilişkisi, kendini geliştirmeyi sağlayan güzel bir işi, düzenli sandığı bir hayatı Oysa her şey sanmaktan ibaretti. İlk defa bir boşluğa düşüyordu. Gitmemeliydi o gece Bildiği tek şey buydu şuan. Ancak yine vahşi hayvan gibi saldıran nefsine yenik düşmüştü. İçinde dönüp duran, yaralı bir hayvan vardı sanki. Yaralanmış öfkesiydi bu. Ona her şey öfke gibi geliyordu artık. Belki de o saçma suratlı, hin bakışlı falcı kılıklı adamın söyledikleri doğruydu. Her şey bir tuzaktı onun için. Hepsi Ağlamak geldi içinden; fakat dengesiz bir ruh hali içinde, ardından koşan nefret duygusu önünü kesti bu ağlak dakikaların. Işığı kapattı. Böyle daha iyiydi. Işık yanık olduğu sürece gerçeğin makyajsız, en çirkef halini seyretmek zorunda kalıyordu. ‘’Sen onlar gibi olma’’ demişti bir dostu. Onlar gibi olamamıştı ama bu ‘’onlardan’’ olmadığı anlamına gelmiyordu artık. Müebbet yemiş bir suçlu ezginliğiyle bu durumu içine sindirmeye çalıştı. Düşünmemeye yoğunlaştı. Uzandı, yavaşça gözlerini kapattı Ertesi günleri onlardan olarak ama onlar gibi olmayarak geçirdi.


***
1 GÜN ÖNCE
Uyandığında Sedefi karşısında buldu. Az sonra onun geleceğini söyledi. Başta bu bir anlam ifade etmedi; fakat yine aynı anlamsızlıktan olsa gerek bir şeyler yapmaya, bir tepki göstermeye çalıştı. Hayatı kendi idamesi dışındaydı bugünlerde. Tekrar uzandı ve düşündü. Bugünlerde çok düşünüyordu; neleri hak edip; neleri hak etmediğini. Ve terazi hep dengede, hep sıfır noktasındaydı. Bugünlerde düşünmemek en iyisiydi. Ve kapı çaldı; konuşmaları duymamak için hızlıca dama çıktı. Merak duygusu da peşi sıra merdivenleri tırmandı; gelip başucuna yerleşti.  Emir bir yandan mesaj atıyordu. Birden anımsayamadı; onunla bu muhabbete nasıl girmişti. Oysa 3 ay öncesinde deli gibi aşık olduğunu sandığı bu adam şimdi 20 gramın peşine düşmüştü. Kıytırık bir gülüşle küfretti içinden. Bir yandan o aşağıda şok olacağı cümleler sıralıyordu geniş bir rahatlık içinde. Dayanamadı. Aşağı indi yavaşça; hiç çaktırmadan kapıyı açıverdi. Hoş geldin manasında başını salladı. Gayet ifadesizce odadan çıktı. Bir an koridorda durup düşündü. Dört gün öncesine kadar birbirine sevgi kusan iki insanın şimdi ifadesizce selamlaşmasını bir türlü kadraja oturtamadı. Olması gereken neydi ki? Birbirine girdi kavramlar… Eline aldığı radyoyu karıştırıp absürt kanallar buldu, zamanın absürtlüğüne paralellik kurarak. Tekrar yatağına uzandı; sanki hiç uyandırılmamış, hiç dama çıkmamış, hiç merak etmemiş, hiç anımsamamış, hiç selamlaşmamış gibi… Kapı sesini duydu o gidiyordu nihayet. Ardından yaklaşan ayak sesleri İfadesizlik takınmak istedi, beceremedi.  Sedef, onu kendi içi kadar tanıyordu, kaçış yoktu.  Yaklaştı ve kuracağı tek cümle, günlerdir kafasında dönüp duran soru işaretinin kapısını açacaktı. Ve cümle geldi çattı: ‘’mümkün olduğunca uzaklaş ondan!’’ Perde kapandı. İlk cümlenin ardından sıralanan cümleler,  onun söyledikleri, artık beyin ölümü gerçekleşmiş bir ölüye kalp masajı yapmak kadar fazlalıktı. Bu perde de k-a-p-a-n-m-ı-ş-t-ı.


Nil kızılırmak