Öfkeyle içeri girip ışığı yaktı. Boş duvarlara-bir tabloya bakarken ki dikkatle- baktı. Birden sanki yüzyıllardır ayakta duruyormuş gibi hızlı adımlarla yer yatağına ilerledi. Gündüz tesadüfen arkadaşının dolabında görüp sayfalarını karıştırıp, sonradan ilgisini çeken romanı aldı eline. Bugünlerde hiçbir şey ilgisini çekmemişti. Adeta yalnızlık hissi yaşamının her saniyesine yayılmıştı. Ancak önemseyecek tek bir his vardı onun için; öfke. Şu an bile tek hissettiği öfkeydi. İnsanlara, çevresine ve kendisine duyduğu, bu önüne geçilmez duygu…
Dişlerini sıka sıka, arkasına yaslanıp uzun uzun küfür tamlamaları geçirdi içinden. Yine budalalık yapmıştı. Kızgındı kendisine. Ah nasıl da düşmüştü yine tuzağa. Oysa en son kendine öyle bir söz vermişti ki kalbini nasırlaştırmak için. Ama hala anlayamıyordu; anlam veremiyordu:
-Ben seni zaten seviyorum ki! Sen hep yanımda kalacaksın. Ama bir daha böyle bir saçmalık yapmayacaksın!
Ve benzeri cümleler aklının bir köşesinde yankılanıyor; yankısı yine bir öfke olarak geri dönüyordu. Evet, orada da ‘bir yalnızlık’ vardı.
Telefona uzanıp boş ekrana baktı istemsizce. Ne bir haber gelmesini bekliyordu ne de o boş ekranı seyretmek… Yatağa girip bir an önce havanın kararmasını bekledi. Gözleri boş tavana bakarken, bir an aklına beyaz balon geldi. Her şey o beyaz balon gibiydi; çekici, temiz, parlak; hava dolu, dokunduğunda patlamaya yüz tutmuş, riyakâr. Yorganı kafasına çekti, hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Düşünmek, ilk defa bu kadar yorucuydu.
Gece bir ara gözlerini açtı ve yine ibadet gibi vazgeçemediği tavana şikeli bir bakış fırlattı. Başı hafiften dönüyordu. Telefonuna baktı. Üç ileti gördü. Tuhaf ama özneleri bilmenin verdiği meraksızlık ve alışkanlık arası bir duyguyla aldı eline telefonu. Kimdi bu insanlar? Nasıl bu derece girmişlerdi hayatına? Cihan, daha üç gün önce konsere gidip, kafaları çekip, onlarda kaldığı; kumrala yakın, sarı tenli, Yunanlıları andıran duruşu ile ortamın vazgeçilmez simalarındandı. Daha üç gün önce… Daha üç gün önce, şimdinin tam tersi olan olaylar da vardı hayatında. Mutluluğu yakaladığını sandığı bir ilişkisi, kendini geliştirmeyi sağlayan güzel bir işi, düzenli sandığı bir hayatı… Oysa her şey ‘sanmaktan’ ibaretti. İlk defa bir boşluğa düşüyordu. Gitmemeliydi o gece… Bildiği tek şey buydu şuan. Ancak yine vahşi hayvan gibi saldıran nefsine yenik düşmüştü. İçinde dönüp duran, yaralı bir hayvan vardı sanki. Yaralanmış öfkesiydi bu. Ona her şey öfke gibi geliyordu artık. Belki de o saçma suratlı, hin bakışlı falcı kılıklı adamın söyledikleri doğruydu. Her şey bir tuzaktı onun için. Hepsi… Ağlamak geldi içinden; fakat dengesiz bir ruh hali içinde, ardından koşan nefret duygusu önünü kesti bu ağlak dakikaların. Işığı kapattı. Böyle daha iyiydi. Işık yanık olduğu sürece gerçeğin makyajsız, en çirkef halini seyretmek zorunda kalıyordu. ‘’Sen onlar gibi olma’’ demişti bir dostu. Onlar gibi olamamıştı ama bu ‘’onlardan’’ olmadığı anlamına gelmiyordu artık. Müebbet yemiş bir suçlu ezginliğiyle bu durumu içine sindirmeye çalıştı. Düşünmemeye yoğunlaştı. Uzandı, yavaşça gözlerini kapattı… Ertesi günleri ‘onlardan’ olarak ama ‘onlar gibi’ olmayarak geçirdi.
***
1 GÜN ÖNCE
Uyandığında Sedef’i karşısında buldu. Az sonra ‘onun’ geleceğini söyledi. Başta bu bir anlam ifade etmedi; fakat yine aynı anlamsızlıktan olsa gerek bir şeyler yapmaya, bir tepki göstermeye çalıştı. Hayatı kendi idamesi dışındaydı bugünlerde. Tekrar uzandı ve düşündü. Bugünlerde çok düşünüyordu; neleri hak edip; neleri hak etmediğini. Ve terazi hep dengede, hep sıfır noktasındaydı. Bugünlerde düşünmemek en iyisiydi. Ve kapı çaldı; konuşmaları duymamak için hızlıca dama çıktı. Merak duygusu da peşi sıra merdivenleri tırmandı; gelip başucuna yerleşti. Emir bir yandan mesaj atıyordu. Birden anımsayamadı; onunla bu muhabbete nasıl girmişti. Oysa 3 ay öncesinde deli gibi aşık olduğunu sandığı bu adam şimdi 20 gramın peşine düşmüştü. Kıytırık bir gülüşle küfretti içinden. Bir yandan ‘o’ aşağıda şok olacağı cümleler sıralıyordu geniş bir rahatlık içinde. Dayanamadı. Aşağı indi yavaşça; hiç çaktırmadan kapıyı açıverdi. Hoş geldin manasında başını salladı. Gayet ifadesizce odadan çıktı. Bir an koridorda durup düşündü. Dört gün öncesine kadar birbirine sevgi kusan iki insanın şimdi ifadesizce selamlaşmasını bir türlü kadraja oturtamadı. Olması gereken neydi ki? Birbirine girdi kavramlar… Eline aldığı radyoyu karıştırıp absürt kanallar buldu, zamanın absürtlüğüne paralellik kurarak. Tekrar yatağına uzandı; sanki hiç uyandırılmamış, hiç dama çıkmamış, hiç merak etmemiş, hiç anımsamamış, hiç selamlaşmamış gibi… Kapı sesini duydu ‘o’ gidiyordu nihayet. Ardından yaklaşan ayak sesleri… İfadesizlik takınmak istedi, beceremedi. Sedef, onu kendi içi kadar tanıyordu, kaçış yoktu. Yaklaştı ve kuracağı tek cümle, günlerdir kafasında dönüp duran soru işaretinin kapısını açacaktı. Ve cümle geldi çattı: ‘’mümkün olduğunca uzaklaş ondan!’’ Perde kapandı. İlk cümlenin ardından sıralanan cümleler, ‘o’nun söyledikleri, artık beyin ölümü gerçekleşmiş bir ölüye kalp masajı yapmak kadar fazlalıktı. Bu perde de k-a-p-a-n-m-ı-ş-t-ı.
Nil kızılırmak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.