6 Şubat 2012 Pazartesi

MİTOLOJİDEN BU YANA BİZİMLEDİR EŞCİNSELLİK


   
 Geçen hafta  ‘’Kadın’la girmiştik sayfalarınıza sevgili okurlar. Bu hafta cinsiyetler arası geçiş olsun dedim ama o ‘’geçiş’’ teki ‘’ara’’yı atlamak istemedim. Sokağa çıktım ve insanımın nabzını yokladım. Tanıdıklardan başladım; aksakallı dedemi de dinledim, yeni yetme ergenimi de. Ve ‘’Eşcinsellik’’ dedim onlara. Aslında insanın yaratılışından bu yana mitolojilerden filmlere konu olmuş. Olmuş olmuş da vatandaşım kendi içinde sansürlemiş bu olguyu.
    Şimdi o nabzı aktarayım sizlere. Kimisi daha laf ağzımdayken ‘’hiç söyleme bana öyle şeyler’’ diye kapattı konuyu. ‘’Öyle şeyler’’ diyordu sanki bu dünyadan olmayan, tanımsız bir cisim gibi… Ama beni şaşırtan derecede hoşgörülülük de vardı sokağımın nabzında. Çoğunluk ‘’Kim nasıl istiyorsa öyle yaşasın; bize bulaşmasın; bizden çıkmasın da’’ diyordu. Bu kez de bir hastalık gözüyle bakıyor; bu hastalığı evlerinden ırak olması dilekleriyle karışık, kabullenişte bulunuyorlardı.
    İnsan ya kadın ya erkek olmalıydı öyle mi? Peki her şeyin yaratılıştan geldiğini düşünürsek neden kabullenmeyelim ki dedim kendi kendime. Uzun uzun düşündüm; insan ruhunu tamamlayan bir eş bulduğunda belki asıl amacına ulaşacaktı. Bulamadıktan sonra cinsiyetin de bir ehemmiyeti yoktur diye düşünürken sevgili dostum Tuğrul Kürekçi’nin anlattığı mitolojik bir efsane geldi aklıma. Her şeyin cevabı vardı bu anlatımda. ’’Eşcinsellik’’ dedim ona da. Her insan hayatının bir döneminde eşcinsel olmuştur; kadınlarınki psikolojik, erkeklerin ki biyolojiktir dedi ve herkesin bu dönemi sır gibi birbirinden sakladığını ekledi. Alman bir psikoloğun sağlamasını yaptığı bir araştırmaydı bu. Bu kadar içimizdeydi aslında bu olgu ve bir o kadar da dışlanmış, karmaşıktı. Nice sevdiğimiz, usta bildiğimiz, sözlerini sevgililerimize gönderdiğimiz şairler ve sanatçılar da vardı. İlk kadın şair Sappho’dan Murathan Mungan’a kadar uzanan bir gerçeklikti yani.
    Lafı uzatmadan sizlere o mitolojik hikâyeyi anlatayım:
    Antik Yunan Mitolojisine göre çok eskiden, insan henüz yaratılmamışken Olympos dağının eteklerinde tanrılar ve ejderhalar yaşarmış ve tanrıların, o dağın eteklerinde kendilerine ait bahçeleri varmış. Ejderhalar bu bahçelere zarar vermeye başlamışlar ve o dakka tanrılar düşünmeye başlamışlar; biz yokken bu bahçeleri koruyacak birileri olmalı diye. Ve sonunda ‘’yarı ölümlü devleri’’ yaratmışlar. Ve bu yarı ölümlü devler yüzyıllarca ejderhalardan korumuşlar tanrıların bahçelerini. Derken birgün devlerden biri ayaklanma çıkarmış; ‘’madem biz bu tanrıları koruyoruz demek ki onlar bize muhtaçlar ve biz onlardan daha güçlüyüz’’ demiş. O an tüm devler ayaklanmışlar ve tanrılara isyan etmişler. Tanrılardan Zeus çok öfkelenmiş ve ‘’size öyle bir ceza vereceğim ki keşke bizi öldürseydin diyeceksiniz’ ’demiş ve kılıcını kaldırıp bu devlerin gövdelerini ikiye bölmüş ve bir yarısını erkek bir yarısını dişi yapmış, öyle yaşatmaya başlamış. Bu yarım gövdeleri de dağınık şekilde dünyanın her bir yanına dağıtmış. Bu yarım varlıklar hayatları boyunca eksik parçalarını aramışlar her yanlış deneme de acıları bir kat daha artmış. ‘’Keşke Zeus bizi o gün öldürseydi’’ demişler hayatları boyunca.
    İşte o eksik varlıklar olarak hala yaşıyoruz; denemelerle, yanılmalarla, yanılsamalarla. O yüzden bırakalım da kim nasıl bulacaksa öyle arasın kendinden olanı! Ve herkese ‘’Zenne’’ filmini de tüm önyargılardan sıyrılarak izlemeleri tavsiyesinde bulunmaktan da kendimi alamayacağım. Kim bilir hepimiz içimizde bir ‘’Zenne’’ yaşatıyoruzdur.
    Saygılarımla…
nil kızılırmak-tarsusun sesi köşe yazısı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.