Geçen hafta
‘’Kadın’la girmiştik sayfalarınıza sevgili okurlar. Bu hafta cinsiyetler
arası geçiş olsun dedim ama o ‘’geçiş’’ teki ‘’ara’’yı atlamak istemedim.
Sokağa çıktım ve insanımın nabzını yokladım. Tanıdıklardan başladım; aksakallı
dedemi de dinledim, yeni yetme ergenimi de. Ve ‘’Eşcinsellik’’ dedim onlara.
Aslında insanın yaratılışından bu yana mitolojilerden filmlere konu olmuş.
Olmuş olmuş da vatandaşım kendi içinde sansürlemiş bu olguyu.
Şimdi o nabzı aktarayım sizlere. Kimisi
daha laf ağzımdayken ‘’hiç söyleme bana öyle şeyler’’ diye kapattı konuyu.
‘’Öyle şeyler’’ diyordu sanki bu dünyadan olmayan, tanımsız bir cisim gibi… Ama
beni şaşırtan derecede hoşgörülülük de vardı sokağımın nabzında. Çoğunluk ‘’Kim
nasıl istiyorsa öyle yaşasın; bize bulaşmasın; bizden çıkmasın da’’ diyordu. Bu
kez de bir hastalık gözüyle bakıyor; bu hastalığı evlerinden ırak olması
dilekleriyle karışık, kabullenişte bulunuyorlardı.
İnsan ya kadın ya erkek olmalıydı öyle mi?
Peki her şeyin yaratılıştan geldiğini düşünürsek neden kabullenmeyelim ki dedim
kendi kendime. Uzun uzun düşündüm; insan ruhunu tamamlayan bir eş bulduğunda
belki asıl amacına ulaşacaktı. Bulamadıktan sonra cinsiyetin de bir ehemmiyeti
yoktur diye düşünürken sevgili dostum Tuğrul Kürekçi’nin anlattığı mitolojik
bir efsane geldi aklıma. Her şeyin cevabı vardı bu anlatımda. ’’Eşcinsellik’’
dedim ona da. Her insan hayatının bir döneminde eşcinsel olmuştur; kadınlarınki
psikolojik, erkeklerin ki biyolojiktir dedi ve herkesin bu dönemi sır gibi
birbirinden sakladığını ekledi. Alman bir psikoloğun sağlamasını yaptığı bir
araştırmaydı bu. Bu kadar içimizdeydi aslında bu olgu ve bir o kadar da
dışlanmış, karmaşıktı. Nice sevdiğimiz, usta bildiğimiz, sözlerini
sevgililerimize gönderdiğimiz şairler ve sanatçılar da vardı. İlk kadın şair
Sappho’dan Murathan Mungan’a kadar uzanan bir gerçeklikti yani.
Lafı uzatmadan sizlere o mitolojik hikâyeyi
anlatayım:
Antik Yunan Mitolojisine göre çok eskiden,
insan henüz yaratılmamışken Olympos dağının eteklerinde tanrılar ve ejderhalar
yaşarmış ve tanrıların, o dağın eteklerinde kendilerine ait bahçeleri varmış.
Ejderhalar bu bahçelere zarar vermeye başlamışlar ve o dakka tanrılar düşünmeye
başlamışlar; biz yokken bu bahçeleri koruyacak birileri olmalı diye. Ve sonunda
‘’yarı ölümlü devleri’’ yaratmışlar. Ve bu yarı ölümlü devler yüzyıllarca
ejderhalardan korumuşlar tanrıların bahçelerini. Derken birgün devlerden biri
ayaklanma çıkarmış; ‘’madem biz bu tanrıları koruyoruz demek ki onlar bize
muhtaçlar ve biz onlardan daha güçlüyüz’’ demiş. O an tüm devler ayaklanmışlar
ve tanrılara isyan etmişler. Tanrılardan Zeus çok öfkelenmiş ve ‘’size öyle bir
ceza vereceğim ki keşke bizi öldürseydin diyeceksiniz’ ’demiş ve kılıcını
kaldırıp bu devlerin gövdelerini ikiye bölmüş ve bir yarısını erkek bir
yarısını dişi yapmış, öyle yaşatmaya başlamış. Bu yarım gövdeleri de dağınık
şekilde dünyanın her bir yanına dağıtmış. Bu yarım varlıklar hayatları boyunca
eksik parçalarını aramışlar her yanlış deneme de acıları bir kat daha artmış.
‘’Keşke Zeus bizi o gün öldürseydi’’ demişler hayatları boyunca.
İşte o eksik varlıklar olarak hala
yaşıyoruz; denemelerle, yanılmalarla, yanılsamalarla. O yüzden bırakalım da kim
nasıl bulacaksa öyle arasın kendinden olanı! Ve herkese ‘’Zenne’’ filmini de
tüm önyargılardan sıyrılarak izlemeleri tavsiyesinde bulunmaktan da kendimi
alamayacağım. Kim bilir hepimiz içimizde bir ‘’Zenne’’ yaşatıyoruzdur.
Saygılarımla…
nil kızılırmak-tarsusun sesi köşe yazısı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.